Kadın düşmanlığının güncel yüzü ve kadının beyanı

3 Eylül 2025 Türkçe
Facebook Twitter Google

Merve Kurt

Fotoğraf: csgorselarsiv.org

Eğer ifşaların biçiminden rahatsızlık duyuluyorsa, önce bu yapısal cinsiyetçi ve kadın düşmanı düzeni değiştirmeye cesaret etmeniz gerekmez mi?

Kadınların yaşadıkları tacizleri dayanışma içinde ifşa etmeleriyle birlikte yeniden alevlenen tartışmalar, Türkiye’de feminist mücadelenin en önemli kazanımlarından biri olan “kadının beyanı esastır” ilkesinin, ataerkil zihniyet ve onun en kadim pratiklerinden olan mizojini (kadın düşmanlığı) ile nasıl çarpıtıldığını bir kez daha gösterdi.

Sosyal medyada yükselen seslere yöneltilen tepkiler “iftira”, “itibar suikastı”, “linç kültürü” gibi söylemler, kimin sözünün hakikat olarak kabul edileceği, kimin sesinin baştan şüpheli sayılacağı meselesini bir kez daha düşünmemizi zorunlu kılıyor.

Erkek egemen düzen

Üstelik bugün kendisini aydın, sanatçı ya da entelektüel olarak tanımlayan kimi isimlerin bile kadınların beyanını kriminalize eden dili yeniden üretmesi, manipülatif sorular sorması (“ya yalan söylüyorsa?, ya iftira atıyorsa?”), mağduru suçlayıcı söylemlere ve sorgulamalara başvurması, erkek faili daha en başından aklayan bir çerçeve kurması, “özel hayat” bahanesiyle konuyu depolitize etmesi, kadınların dayanışmasını itibarsızlaştırma girişimi, ilk empatiyi de fail ile kurması ve şiddeti münferitleştirmesi bu kişilerin patriyarkayı ve onun en kadim uzantısı olan ‘kadın nefretini’ içselleştirmiş zihin, düşünme, sorgulama ve bilgi üretimi içinde olduklarını açıkça gösteriyor.

Bu çarpık pozisyon, erkek egemen düzenin kadınların sözünü değersizleştiren sürekliliğinin parçası haline geliyor.

Mizojini

Bu noktada, feminist teorilerin bize sunduğu kavramlardan olan epistemik adaletsizlik ve kadın düşmanlığı, meseleyi berraklaştırarak ne olup bittiğini anlamamıza destek oluyor. Burada, epistemik adaletsizlik derken, bilginin ve tanıklığın cinsiyetli dağılımındaki adaletsizlikten bahsetmek istiyorum. Yani aynı sözü bir erkek (ya da ataerkil, sömürgeci, tahakkümcü toplumsal yapıda statü hiyerarşisi içinde kesişimsel olarak diğerine göre daha avantajlı yerde olan özne de olabilir bu) söylediğinde “inandırıcı”, bir kadın söylediğinde ise “şüpheli” görülmesi. Bir başka deyişle bu bağlam içinde erkeklerin sözünün varsayılan hakikat, kadınların sözünün ise kanıt yüküyle malul olması meselesi.

Mizojini çoğu kez “kadın düşmanlığı ya da kadın nefreti” olarak çevrilir ve bireysel bir duygudan bahsetmez. Burada kadın nefreti kolektif, yapısal ve tarihseldir. Kate Manne’nin (2017) vurguladığı gibi kadın düşmanlığı, kadınların sözünü, bilgisini ve varlığını disipline eden, onları hangi koşullarda dinlenecek, hangi koşullarda görmezden gelinecek özneler olarak konumlandıran bir ataerkil mekanizmadır.

Manne (2017) burada seksizm (cinsiyetçilik) ve mizojini arasındaki farkı da göstererek, seksizmin, eşitsizliği doğal ve meşru gösteren ideolojik söylem; mizojiniyi de bu eşitsizliği sürdürmek için devreye giren normatif ve yapısal yaptırım rejimi olarak açar.

Dolayısıyla seksizm, kadınların patriyarkal rollere itaat etmedikleri, itiraz ettikleri veya görünür oldukları her durumda devreye giren ataerkil duygulanım pratiğinin yapısal şiddet hâli olarak hayatın her alanına sirayet eden mekanizma olarak da görülebilir.

Aile içinde “itaatkâr anne” normunu reddeden kadınların damgalanmasında, iş yaşamında yükselen kadınların “hırslı” ya da “soğuk” diye küçümsenmesinde, kamusal alanda protesto eden kadınların “taşkın” veya “ahlaksız” diye kriminalize edilmesinde ya da medya dilinde şiddet gören kadınlara “neden bağırmadı, neden direnmedi” sorularının yöneltilmesinde…

Hatta daha çocuklukta bile kız çocuklarına yöneltilen bütün dışlayıcı, baskılayıcı şiddet pratiklerinin merkezinde… Üstelik daha da üzücü olanı kadın düşmanlığı normatif düşünme ve duygulanım pratiği olarak sadece erkekler tarafından değil, kadınlar tarafından da içselleştirilebilir. Çünkü patriyarka, mevcut toplumsal paradigmanın işleyiş biçimidir. Kadınların kendi sözlerini geri çekmeye, başka kadınların beyanlarını şüpheyle karşılamaya, hatta erkek inkârını daha “makul” bulmaya yönelmeleri olarak tezahür edebilir. Bir başka deyişle, kadınların kendi sesine yabancılaştırılması patriyarkanın en büyük başarılarından biridir belki de.

Örneğin Mine Söğüt’ün, diğer kadınların beyanını şüpheyle karşılaması ya da ifşalara yönelik ilk yaklaşımın ‘fail ile empati’ oluşturacak düşünme/sorgulama biçimi ile ilerlemesi, patriyarkanın ne denli köklü bilgi rejimi kurduğunun da göstergesidir.

Bu nedenle mizojini, hayatın her alanına sinmiş toplumsal, epistemik, ekonomik, duygulanım, dini ve kültürel düzeyde işleyen, kadınların sözünü değersizleştiren sistemsel patriyarkal şiddet, kontrol ve tahakküm mekanizmasıdır (Manne, 2017).

Mizojini bu noktada kadınları erkekler karşısında susturduğu kadar, kadınların birbirine güvenini de aşındırmaya çalışarak dayanışma imkânlarını daraltmanın yollarından biri olarak sistemin merkezinde yer almaya devam etse de feminist mücadele tüm iktidar ilişkileri içindeki eşitsizlikleri, şiddeti, adaletsizlikleri ifşa etmeye devam edecektir.

Epistemik adaletsizlik: Kimin sözü bilgi sayılıyor?

Miranda Fricker’ın (2007) geliştirdiği “epistemik adaletsizlik” kavramı, bir kişiye “bilgi taşıyıcısı” olarak haksızlık edilmesini, yani öznenin sözünün peşinen değersizleştirilmesini tarif eder. Fricker’a göre bu adaletsizliğin iki temel biçimi vardır.

Tanıklık adaletsizliği (kişiye yönelik önyargılar nedeniyle sözünün inandırıcılığının sistematik biçimde değersizleştirilmesi) ve yorumlayıcı adaletsizlik (bir toplumsal grubun deneyimini adlandıracak kavramsal araçların bulunmaması nedeniyle o deneyimin görünür ve anlaşılır olamaması). Bu ikisi birlikte işlediğinde, bazı deneyimler sürekli “adı konamayan”, bazı öznelerse sürekli “inandırılamayan” konuma itiliyor (Kurt, 2025).

Türkiye bağlamında “cinsel taciz”in Türk Ceza Kanunu’nda müstakil bir suç başlığı olarak 2005’te yürürlüğe girmesi (bkz. Resmî Gazete, 2004), yıllarca yaşanmış bir deneyimin hukuksal adını bulması açısından tipik yorumlayıcı adaletsizlik örneğini geriye dönük olarak görünür kılar (Baş, 2016). Adlandırmanın geç gelmesi, milyonlarca kadının yaşadığını ifade edecek hukukî dil ve kavramdan yoksun bırakılması anlamına gelmiştir.

Böylece, dilsel repertuvarın tanıklık kiplerini belirlemesi ve sözcüklerin toplumsal sınırlarını çizmesi nedeniyle, adı konamayan olgular baştan gündemin, tanıklığın, var oluşun dışına kalıyor. Yorumlayıcı adaletsizlik de bu görünmezleştirme üzerinden faili meçhul bilgi kayıpları üretir ve bilinçdışı inkârın, devlet pratiklerinin ve akademik kanonun sessiz mutabakatının elbirliğiyle ilerler (Kurt, 2025).

Bu çerçevede sosyal medyadaki ifşa pratikleri, çoğu zaman kurumsal mekanizmaların geç, eksik ya da caydırıcı işlediği koşullarda devreye giren toplumsal uyarı ve dayanışma araçlarına dönüşür. Yargının yerine geçmeyi değil, kamusal görünürlüğün ve toplumsal sorumluluğun bir katmanı olarak çalışmayı hedefler.

Bu pratikleri “iftira”, “linç” gibi kavramlarla ele almak, tanıklığın inandırıcılığını sistematik biçimde düşüren tanıklık adaletsizliğinin ve daha da derininde kadın düşmanlığının güncel tezahüründen başka bir şey olarak yorumlamak zor

İstemli yorumlayıcı cehalet: Bilmemekten çıkar sağlamak

Gaile Pohlhaus Jr. (2012) epistemik adaletsizlik kavramının çerçevesini geliştirerek “istemli yorumlayıcı cehalet” kavramını önerir. Hâkim gruplar, bilmemekten doğrudan fayda sağladıkları için öğrenmeyi reddedebilirler. Bu, iktidar ilişkilerini sürdürmenin ve var olan avantajlı konumu devam ettirmenin stratejik bir yoludur aslında. Kadınların beyanlarının itibarsızlaştırılması, “duymama”, “adını koymama” ya da “görmezden gelme” pratikleri üzerinden böylece cehaleti üretir ve muhafaza eder.

Örneğin aile içinde erkekler annelerinin, kız kardeşlerinin ya da diğer kadın akrabalarının maruz kaldıkları değersizleştirme, küçümseme ve farklı şiddet biçimlerine defalarca tanıklık etmediler mi? Elbette ettiler.

Bazıları bu şiddete birebir şahit oldu, bazıları da gördüğü şiddeti “normal” sayarak fark etmeme konforuna sığındı. “Benim ailemde olmadı” diye düşünenler olsa bile, hayatın akışı içinde herkes bu eşitsizliği, adaletsizliği ve onun süreklileşmiş uzantısı olan şiddeti ailede, iş yerinde veya sokakta görüyor… Çünkü ‘her yer suç mahali.’ Hepimiz tanığız, fakat hâkim düzenin avantajlı özneleri “bilmiyormuş gibi” yapmayı seçiyor.

Kadınların beyanlarının, kendi hakikatlerine dair ifadelerinin itibarsızlaştırılması da aynı mantığa yaslanır. Sözün duyulması, hakikate dönüşmesi hâkim düzenin çıkarlarına zarar vereceğinden, duymazdan gelinir, bastırılır ya da kriminalize edilir.

Öyle ki, bu ‘bilmeme’ hâlini bugün kendisine hak savunucusu, yazar, sanatçı diyen insanların yaptığını da görüyoruz. Yani, konunun bilmemek değil, bilmemenin getirdiği konfor alanında yaşamaktan ya da belki de kendi yaptıkları tacizleri meşrulaştırmaktan geçtiğini de biliyoruz.

“Kadının beyanı esastır”: Ne değildir, hukuken neye yarar?

Sıklıkla manipüle edilen nokta, “kadının beyanı esastır” ilkesinin ceza yargılamasında ispat standardının yerine geçtiği iddiasıdır. Bu doğru değildir.

İlke, özellikle cinsel şiddetin çoğunlukla tanıksız ve geriye az iz bırakan doğası karşısında, soruşturma süreçlerinin ve koruyucu/önleyici tedbirlerin etkin işlemesini amaçlayan bir rehber niteliğindedir. Ceza yargısında hâkim, tüm delilleri birlikte değerlendirir; mağdurun beyanı birçok yargıtay içtihadında belirli nitelikleri taşıdığında güçlü delil kabul edilebilse de tek başına otomatik mahkûmiyet anlamına asla gelmez. Koruma tedbirleri söz konusu olduğunda ise 6284 sayılı Kanun, şiddete uğrayan ya da uğrama tehlikesi altında olan kişiler için risk temelli ve gecikmeksizin uygulanacak önlemler öngörür.

Dolayısıyla “kadının beyanı esastır” ilkesini tartışmaya açmanın, hukuki bir usul meselesi olmadığını da biliyoruz. Cemre Baytok’un (2021) Feminist Bellek’teki yazsında da ifade ettiği gibi, ilkenin kökeni, Türkiye’de 1980’lerden itibaren yükselen feminist hareketin erkek şiddeti ile mücadelesine ve kadın cinayetlerini kamusal gündeme taşımasına dayanır. Feminist hareket, özellikle 1990’larda ve 2000’lerin başında, erkek şiddetinin münferit vakalar olarak değil, patriyarkanın cezasızlıkla beslenen sistematik bir sonucu olduğunu vurguluyordu. “Namus” ya da “töre” söylemlerinin bu şiddeti açıklamaya yetmeyeceğini, her sınıftan, yaştan ve toplumsal konumdan erkeğin fail olabileceğini gösterdi.

Böylece yakın ilişkilerde, evlilikte, aile içinde ve gündelik yaşamın farklı alanlarında yaşanan cinsel şiddetin, tacizin ve flört şiddetinin adının konulması sağlandı. Bu ilke feminist siyasetin hukuki bir tartışma zemini yaratarak kadınların deneyimlerini “esas” alan epistemik pozisyon olarak da işlev görmüştür. Yani mesele, kadınların beyanının doğruluğunu peşinen kabul etmek değil, beyanın araştırma, soruşturma ve toplumsal tartışma için meşru ve yeterli zemin oluşturduğunu teslim etmektir. Bu yönüyle ilke, kadınların sözünü görünür kılarken erkeklerin inkârına varsayılan bir inanılırlık atfeden epistemik adaletsizliği de kırmaya yönelir.

Ayrıca, az biraz araştırma yaparak da görülecektir ki “kadının beyanı esastır” ilkesi, sıkça manipüle edildiği gibi ceza yargılamasında mahkûmiyet için gerekli ispat standardının yerine geçmez, geçmemiştir de.

Bu ilke risk temelli koruma tedbirlerinin hızla devreye girmesini sağlamak ve kadınların yaşam hakkını savunmak için hukuksal kalkan oluşturma çabasının sonucudur. Üstelik bu koruma mekanizmasının ne denli hayati olduğu, Türkiye’de 2024 yılında erkekler tarafından en az 394 kadın cinayeti işlenmesiyle daha da açık şekilde görülmekte (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2025). Dolayısıyla bu ilkeye yöneltilen “hukukun askıya alındığı” yönündeki itirazlar, normun fonksiyonunu kategorik olarak yanlış konumlandırmakta, ataerkinin binlerce yıldır kurduğu manipülatif akıl yürütmenin bir başka göstergesi olarak tekrar karşımıza çıkmaktadır.

Sosyal medyada ifşa pratiklerine yöneltilen eleştiriler de benzer epistemik zeminde şekilleniyor. “İftira”, “yalan beyan”, “itibar suikastı”, “linç kültürü” şeklinde kullanılan dil kimin sözünün bilgi ve hakikat olarak sayılacağına dair daha derin bir mücadele alanı ile karşı karşıya olduğumuzu tekrar göstermiş oldu.

İfşa da zaten çoğu kez kurumsal mekanizmaların geç, eksik ya da caydırıcı işlediği koşullarda devreye giren toplumsal uyarı ve dayanışma aracıdır. Yargının yerini almak için değil, ona eşlik eden kamusal görünürlük kanalı olarak işler.

Sosyal medyada ifşa pratiklerine yöneltilen eleştirilerin diline bakıldığında, “iftira”, “yalan beyan”, “itibar suikastı” ya da “linç kültürü” gibi kavramların kullanımının kendisi erkek-merkezli epistemik düzeni yeniden üretmektedir. Bu söylem, şiddete maruz bırakılan kadınların beyanlarını değersizleştirirken, esas itibarı korumaya değer özne olarak erkeği merkeze alır.

Erkeğin itibarı ataerkil düzen içinde hukuk, medya ve devlet mekanizmaları tarafından sürekli teyit ve muhafaza edilir. Sonuçta tartışmanın odağı şiddetin kendisi değil, failin itibarının nasıl korunacağına indirgenir. Bu da mizojini pratiği olarak kadınların yaşadığı şiddeti görünmez kılarken erkeklerin toplum içindeki dokunulmazlığını pekiştirir.

Sonuç

Mevcut ataerkil sistem, binlerce yıldır doğanın, kadının ve çocuğun hakikatini kendi tekelinde gördüğünü sanarak kontrol ve şiddet üzerinden kendisini yeniden üretmiştir. Ancak feminist mücadelenin kazanımlarından biri olan “kadının beyanı esastır”, bu iktidar tekeline meydan okuyarak kadınların kendi hakikatine sahip çıkmasını sağlar.

Böylece hakikatin dolaşımını eşitleyen ve epistemik adalet alanlarını mümkün kılan yeni yollar açar. Yasalar caydırıcı değilse, kimi deneyimlerin adı hâlâ konulmuyorsa, kadınların tanıklığı değersizleştiriliyorsa; tacizciler aile içinde korunmaya devam ediyorsa; toplumda “sanatçı”, “baba”, “yazar” gibi sıfatlarıyla meşruiyet kazanmaya devam ediyorlarsa ve cinsel taciz depolitize edilip gündelik hayatın görünmez bir parçası hâline getiriliyorsa, kadınlara ifşa dışında ne kalıyor geriye?

Eğer ifşaların biçiminden rahatsızlık duyuluyorsa, önce bu yapısal cinsiyetçi ve kadın düşmanı düzeni değiştirmeye cesaret etmeniz gerekmez mi?

Yasaları, sorgulama biçimlerini, hayatın her alanına sinmiş erkek egemen gaspı dönüştürmeden, kadınların kendi sözünü görünür kılmasından daha meşru hangi yol kalabilir?

 

Kaynakça

Baytok, C. (2021, Ocak 5). Kadının beyanı esastır. FeministBellek. https://feministbellek.org/kadinin-beyani-esastir/

Fricker, M. (2007). Epistemic injustice: Power and the ethics of knowing. Oxford University Press.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. (2025, 3 Ocak). 2024 yılında erkekler tarafından en az 394 kadın öldürüldü, 259 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu [Yıllık veri raporu]. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/3129/2024-yilinda-erkekler-tarafindan-en-az-394-kadin-olduruldu-259-kadin-supheli-sekilde-olu-bulundu

Kurt, M. (2025, 13 Ağustos). Epistemik adaletsizlik. FeministBellek. https://feministbellek.org/epistemik-adaletsizlik/

Manne, K. (2017). Down girl: The logic of misogyny. Oxford University Press.