Gülnur Acar-Savran 2004 yılında Beden Emek Tarih kitabının ardından yaptığı bir söyleşide,ortak yazıların, yazışmaların olduğu ve daha politik, daha somut; daha kısa ve daha çok insana hitap edecek yazılar yazmak istediğini dile getiriyordu. Acar-Savran, geçtiğimiz günlerde yayımlanan, 2004–2017 yılları arasında çıkan yazı ve söyleşilerinden oluşan Feminizm Yazıları kitabında işte bu vaadini yerine getiriyor.
Beden Emek Tarih; Diyalektik Bir Feminizm İçin isimli kitabında Acar-Savran, yeni bir feminist kuram sunmakta; farklı bir gelecek tasarısına ilişkin tartışmaların önünü açmaktaydı. Şimdiye dek oluşturulan feminizmin köşe taşı söylemlerini, kuramlarını, sloganlarını yeniden ele alıp, “eşitlikçi-evrensel” feminizmden “farklılıkçı” feminizme uzanan çizginin yeniden ve büyük bir titizlikle okumasını yaparak klişeleşmiş, alışılagelmiş yaklaşımların tuzağına düşmeden, kavramların nedenselliklerini sorgulamaktaydı. Tarihsel süreklilikten ayrılmadan Christine Delphy, Judith Butler, Monique Wittig gibi feminist kuramcılarla tartışmaya girerek, yeni bir feminist perspektif oluşturuyordu.
Feminizm Yazıları’nın girişi, yazıların ve söyleşilerin hangi politik iklimde yazıldığına değiniyor ve Çatlak Zemin’in AKP Karnesi isimli dosyasından oldukça yararlanılarak kaleme alınmış. Bu süreç, AB ile müzakerenin kadınlar açısından kazanımı olan, 2005 yılında Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) değişmesinden 2017’de müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesine uzanan bir süreci kapsıyor ve de KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) kurulmasına.
Kitabın ilk bölümünde “Kadın Emeği”yle ilgili yazılar yer alıyor. Beden Emek Tarih’de Acar-Savran, Delphy ile uzun bir diyaloga girmekteydi. Ev emeğinin görünmez oluşunun, emek ve üretim olarak adlandırılmamasının, Marksizm’in cinsiyet körü yaklaşımının ideolojik nedenlerini inceledikten sonra Delphy’nin patriarka ve kapitalizme ilişkin Marksist feminist tahlillerini ele alarak “özel alan/kamusal alan yapılanmasındaki somut dönüşümlere ve bu iki alan arasındaki süreklilikler ile kopukluklara çok fazla yer vermediği”ni ileri sürerek kuramındaki sorunlu yerleri tartışıyordu. Kadınların karşılıksız emeğinin ortadan kalkması için ise kadınların kocalarına harcadıkları emek, çocukların okula götürülmesi, ödevlerine yardım, evdeki yaşlı ya da hasta insanların bakılması, hastanede yaşlı ziyaretlerine gidilmesi gibi geniş ölçüde hizmetlerin yer aldığı “bakım” kavramının dönüştürülmesini, yeniden düzenlenmesini öneriyordu. Yeni kitabında da bu konuda yine önemli tartışmalar var: Patriyarka ile kapitalizm, karşılıksız emek dolayımıyla tarihsel olarak somut bir bütün oluşturmakta Acar-Savran’a göre. “Patriyarkanın kadın emeği dışındaki yapıları/alanları üzerinde kapitalizmin aynı derecede şekillendirici olduğunu söylemek güç” (s.19). “Patriyarkal kapitalizm kadın emeği bağlamında daha anlamlı bir kavramsallaştırma” (s.20).
“AB’nin Toplumsal Cinsiyet Politikaları” isimli makale ise 2006 yılında yazılmış tam da AB ile müzakerenin yapıldığı bir dönemde. Bu müzakerelerin kadınlar açısından ne anlama geldiğini, kadınlar için bir takım yasal kazanımlara ve görünür olmalarına yol açsa da yine kadınlar arasında kutuplaşma yaratabileceğine dikkat çekerek feministlerin kendi bağımsız gündemlerine dönmelerini öneriyor Acar-Savran.
2010’da kaleme alınmış bir makale ise sosyal haklar mücadelesi ile ilgili, SSGSS yasasını AB ülkelerinde benimsenen aile-çalışma yaşamı uyumlulaştırma politikaları bağlamında somutlaştırıp; tartışıyor. Yazının son bölümünü vurgulamak gerek: “Kadınların karşılıksız emeğinin sadece istihdama katılım açısından değil kendi içinde adaletsiz bir durum olduğu istihdama katılımlarının sağlanmasının kendi başına kadınların özgürleşmesinin önünü açamayacağı, istihdamın kendisinin cinsiyete göre bölünmüş yapısı ve ev/aile içindeki cinsiyetçi işbölümü konusunda kamusal düzenlemelerin en azından bu işbölümünün dönüşmesi yönünde kimi kamusal müşevviklerin tasarlanabileceği…” (s.87).
Sosyal haklarla ilgili diğer bir yazı ise “Düzenlenmiş Patriyarka’nın Ötesine Bakmak…” başlığını taşıyor. Acar-Savran bu yazıda bizi, sosyal haklar demetimizi geliştirirken ufkumuzu da genişletmemiz yönünde uyarıyor. Bu bölümün başka bir yazısı, ücretli ev emekçileriyle ilgili. Yazara göre kadın işveren ile kadın emekçi arasındaki ilişkiye piyasa mantığı içinden bakmamız oldukça tehlikeli. “Evdeki cinsiyetçi işbölümü değişmezken, bu işler kadınlar arasında yeniden paylaşılıyor. Başka bir deyişle bir yandan patriyarka, öte yandan kapitalizmin özelleştirme mantığı bu işlerin kadınların omuzlarından alınmasına karşı ortak bir direnç oluşturuyor. Meseleye kadınlar arasındaki karşılıklı gereksinimlerden doğan bir sinerji olarak bakmak olanaksız” (s.93). Kadınlar arasında bir bölünme//kutuplaşma yaratmaktadır bu durum. Feministlerin yapması gereken ise metinde ayrıntısıyla yer almakta.
Kitabın ikinci bölümü beden ve cinselliğe ayrılmış yazılardan oluşuyor. İlk yazıda gayet teferruatlı bir biçimde sadece modern tıp biliminin değil patriyarkanın tarih boyunca kadın bedenine uyguladığı denetim politikaları anlatılıyor. Beden Emek Tarih’te Acar-Savran,“Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet/Cinsellik” isimli bölümün ana yazısında esas olarak cinsiyet/toplumsal cinsiyet tartışması ele alınıp, biyolojizm ve özcülük üzerinden inşa edilen Judith Butler’ın -kısaca cinsel kimlikleri yapı bozumuna uğratan, kaynağı Deleuze’e, Lyotard’a ve özellikle Derrida’nın “söylem teorisine” kadar giden kimlik kategorilerinin eleştirisini hedefleyen tartışma biçiminde özetlenebilecek – “queer kuramı” eleştirmekteydi. Bu bölümdeki yazılarda da Butler eleştirisi mevcut. Acar-Savran için “cinselliği dönüşüme açık bir süreç olarak politikleştirirken nirengi noktamız” patriyarkal heteroseksizm’dir (s.140). Bu bölümde Türkiyeli feministlerin savunmacı bir cinsel politika hattı sergilediği konusunda özeleştiri yapmaktan da geri durmuyor Acar-Savran.
Üçüncü bölüm, feminist politika konusundaki yazılara ayrılmış. Kadınların “politik bir özne” olmasının imkânları, erkeklerin feminist hareketten dışlanma nedenleri, feminizmin yeni toplumsal hareketler içine dâhil olup olmadığı tartışılıyor. Yine bu bölümde yer alan cinsiyetçiliğin her zaman militarist olup olmadığı ve feminist dilin ehlileşme meselesini ele alan tartışmalar ayrıca çok önemli. Kavramların nasıl içinin boşaltıldığı; feminist dilin önemi ve dilin politik olduğu, feminist mücadele ile dil arasındaki ilişkinin kaçınılmazlığı son derece kayda değer mahiyette.
Son bölüm ise Acar-Savran’la yapılmış söyleşilere ayrılmış; özellikle Aksu Bora’nın da yer aldığı söyleşi “Yeniden Üretim Üzerine” ve kavramlar üzerine yeniden yeniden düşünmemiz için bize imkânlar sunuyor.
Acar-Savran’ın yazıları kendimize sistemin işleyişine ilişkin birçok yeni soru sormamıza, tartışma alanları açmamıza vesile oluyor. Tıkandığımızı sandığımız noktalarda yeni argümanlar üretiyor; politika öneriyor.
Onun sözleriyle bitirelim: “Feminizm erkek egemenliğine karşı bir isyandır” (s.175). Gelin kadınlar, bu isyana ortak olalım…