Fotoğraf: csgorselarsiv.org
Erkek şiddeti, Türkiye’nin en büyük insan hakları ihlallerinden biri olarak artarak devam ediyor. Yalnızca bireylerin değil, toplumun tüm yapılarının sorumluluğunu alması gereken bir insanlık suçu.
Yapısal sorun
Erkek şiddetin niceliksel büyüklüğü ve niteliksel döngüsü, sıradanlaşan şiddetin hem eril kültürün bir ürünü hem de politik boyutu olan yasalarla beraber yapısal bir sorun olduğunu ortaya koyuyor.
Şiddete yönelik uygulanan hukuki tolerans, cinsiyet kimliğine yönelik nefret söylemi ve sistematik yapısal sorunlar, hükümet yetkililerinin ifadelerinin yönlendirici etkisiyle bir yok etme mekanizmasına dönüşüyor.
Faillerin cezalandırılmayacağı algısı güçlendirildi
Kadınların güvenliğinin yalnızca yasalarla değil, toplumsal normlara yön vererek de sağlanabileceğini gösteren bir çalışma yayınlandı.
Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER) tarafından yayımlanan ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nden Güneş Aşık ile Louisiana State Üniversitesi’nden Naci H. Mocan tarafından hazırlanan 2024 tarihli “Hükümet Eyleminin Sinyal Değeri: İstanbul Sözleşmesi’nin Kadın Cinayetleri Üzerindeki Etkisi” (The Signaling Value of Government Action: The Effect of Istanbul Convention on Female Murders) isimli çalışma, Sözleşme’den çekilmenin Türkiye’de kadın cinayetlerinde kayda değer artış olduğunu gösteriyor.
Çalışmaya göre hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, topluma erkek şiddetine karşı mücadelede geri adım atma “sinyalini” (the signaling effect) veriyor, vermeye de devam ediyor.
Hükümet sözleşmeden çekilmenin uygulamada bir değişiklik yaratmayacağını savunsa da polislerin ve savcıların şiddet vakalarına yaklaşımında daha az ciddiyet gösterdiği ihtimali göz ardı edilemez.
Bu durum, faillerin cezalandırılmayacağı algısını güçlendirerek erkeklerin şiddete başvurmasını daha olası hale getirebilir. Hukuki yaptırımların şiddetle mücadelede yeterli olmadığı, toplumsal normların da dönüştürülmesi gerektiği açıktır.
Hükümet politikalarının “sinyal” etkisi
Çalışmanın en önemli çıktısı, sözleşmeyi imzalamak ya da sözleşmeden geri çekilmek gibi hükümet eylemlerinin yalnızca hukuki değil, aynı zamanda toplumun davranışlarını çeşitli mesajlarla yönlendirebilen sinyal etkiler.
Nitekim hükümet, geri çekilmenin gerekçesi olarak sözleşmenin “aile değerlerine zarar verdiği” ve “LGBT+ bireylerin haklarını normalleştirdiği”ni öne sürerken, geleneksel aile yapısının güçlü olduğu muhafazakâr kesimler için bir uyarı veya tehdit algısı oluşturuyor. Muhafazakâr seçmenlere, mevcut hükümet politikalarının aile değerlerini savunduğu ve geleneksel normları koruma amacı taşıdığı mesajı verilir.
Bu, hükümetin politik tabanını güçlendirmek için kullandığı bir strateji olurken toplumda kadınlara yönelik şiddetin daha kabul edilebilir hale geldiğine dair güçlü bir mesaj olarak algılanmasına ve bu durumun kadın cinayetlerinin artmasına neden olduğuna işaret ediyor.
Kadını aile değerlerine sıkıştırarak ve LGBTİ+’ların varoluşunu ahlaki bir sorun haline getirerek toplumsal ayrımcılığı ve nefret söylemini pekiştiren bu yaklaşım, hem kadınların birey olarak varlığını ve haklarını silikleştiriyor hem de şiddetle mücadeleyi derinden zayıflatıyor. Böylece hükümetin sinyalleri, şiddet döngüsünü besler ve şiddetle mücadele politikalarının etkisizleşmesine sebep olur.
2011’de azalma görüldü
İstanbul Sözleşmesi, normatif erkek şiddeti sorununa yönelik mücadelede atılmış önemli bir adımdı; devletin şiddete karşı sıfır tolerans politikasını simgeleyerek toplumda şiddete karşı güçlü bir farkındalık yarattığını saptıyor.
Araştırma bulguları, sözleşmenin imzalandığı 2011 yılından sonra kadın cinayetlerinde %25’lik bir azalmanın gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Çalışmaya göre bu azalmanın nedeni, yalnızca şiddete yönelik uygulanan yaptırımlar değil, toplumsal normlara verilen mesajların da önemli bir etkiye sahip olduğu.
Güvenilir veri kaynağı bianet erkek şiddeti çetelesi
Aşık ve Mocan’ın çalışması Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin ardından kadın cinayetlerinin yıllık ortalama 70 vaka artış gösterdiğini ortaya koyuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması ve çekilmesi sürecinin öncesi-sonrası etkilerinin analizinde iki önemli bağımsız veri kaynağından yararlanılıyor: Bianet ve Umut Vakfı.
Bianet tarafından uzun yıllardır titizlikle hazırlanan Erkek Şiddeti Çetelesi, yapısal erkek şiddeti sorununu raporlaştırırken şiddetin nasıl da sistematik bir biçimde sürdüğünü ve adım adım nasıl ve hangi boyutlarda yaşandığını ayrıntılı bir şekilde belgeliyor. Bu veriler ışığında, erkek şiddetinin toplumsal normlar tarafından desteklenen yapısal sorun olduğunu açıkça görebiliyoruz.
Bir diğer veri kaynağı, Türkiye’deki bireysel silahlanma ile kadın ve erkek cinayetlerini belgeleyen bağımsız bir kuruluş olan Umut Vakfı’dır. Sözleşmeden çekilmenin ardından kadın cinayetlerinde belirgin bir artış yaşansa da erkek cinayetlerinde benzer bir artışın olmaması, kadınlara yönelik erkek şiddetinde bir norm değişikliği ya da algı kayması ile bağlantılı bir işaret olabileceğini gösteriyor.
Nitekim sözleşmenin koruma ve destek yükümlülüklerinin diğer iç hukuklarla uyumlu hale getirilmesini sağlayan 6284 sayılı Kanun’un 8 Mart 2012’de imzalanması sonrası kadın cinayetlerinde %55’e varan bir azalma kaydedilmiştir.
Bu kanunun en önemli kazanımı kadının beyanının hukuki süreçlerin başlaması için yeterli görülmesi ve böylece delil aranmaksızın hızlı koruma tedbirleri alınabilmesini sağlamış olmasıydı. Ancak 2013’teki Gezi Parkı Protestoları ile gelen kutuplaşma ve gerilimin toplumsal normlar üzerindeki olumsuz etkileri kadın cinayetlerini arttırdığı belirtiliyor.
Şiddetin sosyal-politik dinamikleri ve bölgesel farklar
bianet verilerine göre, 2014-2022 yılları arasında 81 ilde toplam 2.718 kadın cinayeti kaydedilirken, bu cinayetlerin 2.076’sı kadınların partnerleri tarafından işlendi.
Bu verilere göre, her yıl ortalama 302 kadın cinayeti işleniyor. Ayrıca, 468 cinayet, failin daha önce mağdur hakkında adli işlem gördüğü ya da polise şikâyet edildiği durumlarda gerçekleşti.
Toplumda ve devlet kurumunda şiddete karşı tolerans algısının güçlendiğini, bu algının da muhafazakâr partilere desteğin güçlü olduğu illerde ve eğitim seviyesinin düşük olduğu bölgelerde daha belirgin olduğuna işaret ediyor.
Türkiye’nin farklı illerindeki kadın cinayetleri oranlarının farklılık göstermesi sorunun bölgesel boyutlarını gözler önüne seriyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin daha katı olduğu, eğitim düzeyinin düşük olduğu, hükümetin (iktidar partisi) en çok desteklendiği, kadınların kamusal hayatta daha az yer bulduğu Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde şiddetin daha yaygın olduğu ortaya çıkıyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması, bu muhafazakâr bölgelerde kadınların haklarının korunacağına ve şiddetle daha etkili mücadele edileceğine dair bir umut yaratmıştı.
Ancak Türkiye bu sözleşmeden çekildiğinde, büyük illerde yaşanan kadın cinayeti verilerinde belirgin bir değişiklik saptanmazken yine Doğu ve Karadeniz bölgelerinde kadın cinayetlerinin arttığını görüyoruz.
Bu durumun sebebi, hükümetin sözleşmeden çekilmesinin, kadınlara yönelik şiddeti daha “kabul edilebilir” bir davranış gibi gösterdiği algısıyla bağlantılı olabilir. Yani, hükümetin bu kararı, şiddete karşı toplumun tepkisini zayıflatmış görünüyor.
Pandemi kısıtlamaların çelişkili etkileri
Pandemi dönemindeki kadına yönelik erkek şiddetine de değinen çalışma, bu dönemde Türkiye’de artan şiddetin aksine kadın cinayetleri sayısındaki azalmanın olası nedenlerini tartışıyor.
Sokağa çıkma yasakları ve COVID-19 kısıtlamalarının özellikle eski partnerlerle teması zorlaştırarak kadın cinayetlerinin işlenmesinde bir düşüşe neden olmasından kaynaklanacağını ileri sürüyor.
Gezi Parkı siyasal gerilim
Gezi Parkı protestoları, kadın ve LGBTİ+ haklarının görünürlüğünü artıran önemli bir toplumsal hareket oldu.
Çevreci bir eylem olarak başlayan bu protestolar, feminist gruplar ve LGBTİ+ topluluğunun da katılımıyla geniş bir koalisyona dönüşmüştü.
Özellikle 2013 Onur Yürüyüşü, Türkiye ve Doğu Avrupa’daki en büyük etkinliklerden biri olarak öne çıkmış, LGBTİ+ haklarına yönelik farkındalığı güçlendirmişti.
Ancak, Gezi sonrası çevreci ve feminist temelli hak ve özgürlükleri savunan ilerici gruplarla iktidar partisinin muhafazakâr destekçileri arasındaki derin kültürel ve siyasi gerilimlerin yansıması, hükümetin daha sert bir tutum benimsemesine ve kadın cinayetleri gibi toplumsal sorunların artmasına zemin hazırladı.