Kuşkusuz kadına yönelik şiddet, bugün insanlığın en büyük sorunlarından biri… Zira kadına yönelik şiddet, kökenini kadına dair duyulan ve bugün bile pek çok toplumun gen haritasında olan bir tür nefretten alıyor. Duvarlara kadınları aşağılayan yazılar yazmakla başlayan ve kadın cinayetlerine giden yoldaki her basamak bu nefretle döşenmiş durumda.
Kurulduğundan beri dünya sahnesinden sayısız medeniyet geçti, nice devletler kuruldu ve en kavi imparatorluklar dahi yıkıldı, insanlık kademe üstüne kademe atladı. Ne var ki kadına duyulan nefret her çağda devam etti. Eski Yunan’dan, dünyanın pek çok bölgesinde kadın cinayetlerinin işlendiği günümüze kadar türlü değişimler geçirerek süregeldi. Üstelik bu nefretin izleri yalnızca toplumun “hastalıklı” bireylerin zihinlerinde değil, Platon’dan Sheakspeare ve Rousseau’ya kadar tarihin ölümsüzlük iksirini içmeyi başarabilmiş sanatçıların ve düşünürlerin eserlerinde dahi görülmekte.
Peki çağlar boyunca erkeklerin kadınlara duyduğu nefretin sebebi ne? Neden onları dünyanın bütün kötülükleri için günah keçisi ilan ediyor, cadı kazanlarına atıyor, işkence yapıyor, öldürüyorlar? Bu yüzyılda bile neden kadınları ötekileştirip siyasetin ve kamusal alanın dışına yerleştirmeye çalışıyorlar? Ve dahası neden kadınların ne giydikleriyle ve cinsel hayatlarıyla yakından ilgileniyor, onlara ne yapıp yapamayacaklarını söylemeye çalışıyor?
Bu sorulara basit ve mutlak bir cevap vermek neredeyse imkansız. Ama geçtiğimiz yıllarda Türkçeye çevrilen Mizojini Dünyanın En Eski Önyargısıadlı eserin yazarı Jack Holland bu sorulara tarihin ışığında cevap vermeye çalışıyor. Holland’a göre bu nefretin bir sebebi erkeğin kadına duyduğu cinsel arzu. Holland cinsel arzuyla nefretin aslında iç içe geçtiğini, erkeğin içindeki bu çatışma yüzünden kadının üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığını veya ona zarar verdiğini düşünüyor.
Bu nefretin diğer bir sebebi ise, insanın doğasındaki farklı olana önyargı duyma güdüsünün, erkeklerde de kendilerine benzemeyen bu “insan cinsine” karşı korkuyu yaratıyor olması… Holland eserinde de bu nefretin, yani mizojininin çağlar boyunca nasıl dışa vurulduğunu inceliyor.
Mizojinin mutlak bir miladı yok
Holland, erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu iddia eden düşünce ve inanç sistemi olarak tanımladığı mizojininin, kadınlara, cinselliklerini yalnızca anne olmak için kullanabilecekleri, erkeğin tamamlayıcısı olacakları kişiliksizleştirilmiş bir rol biçtiğini ileri sürüyor. Nitekim erkekler çağlar boyu bu rolü benimsemeleri için kadınları denetim altında tutmaya çalışırlar. Kah onları tepeden tırnağa örtünmek zorunda bırakarak, kah evden dışarı salmayarak, kah manastır duvarları içinde tutarak…
Mizojinin, elbette mutlak bir miladı yoktur. Zira o insanlık kadar eskidir. Ancak Holland’a göre mizojini, M.Ö. 8. yüzyılda insanlığın bütün günahlarının kadınların yüzünden olduğunu ileri süren söylencelerin anlatıldığı Doğu Akdeniz’de Antik Yunan ve Antik İsrail’de ortaya çıkar. Kadın düşmanlığının bu yüzyılda ortaya çıkması yazara göre bir tesadüf de değildir üstelik. Zira bu yüzyıl bu coğrafyada kadınların siyaset ve özel alanlardaki rollerinin bir hayli esnek olduğu aile hanedanlığının yerini siyasetten dışlandıkları kent devletlerinin aldığı bir dönemdir.
Bu kadim medeniyetlerin küllerinden doğan Roma’da da kadınlar için durum pek parlak olmaz. Kadınlar insanca muamele görmez. Sakat addedilen kız çocukları doğar doğmaz çöpe atılır, hayatta kalanları çocuk yaşta kendilerinden oldukça yaşlı erkeklerle evlendirilir veya seks kölesi olarak alınıp satılır. Tecavüz mağduru kadınlara suçlu gözüyle bakılır, kadınların kocalarından boşanma hakları bulunmadığı gibi kocaları kendilerini aldattığında dahi bu boşanma nedeni sayılmaz. Bu kökleşen gelenekler Avrupa’da çağlar boyunca devam eder. Öyle ki erkeğin aldatmasının boşanma sebebi olarak kabul edilmeyişi İngiltere’de 1923’e kadar sürer.
Holland’a göre, dinlerin ortaya çıkışı da mizojini tarihini önemli ölçüde etkiler. Bilhassa Tevrat’ta sözü geçen Cennet’ten kovulma hikayesinde Havva, tıpkı Eski Yunan söylencesindeki Pandora gibi bütün günahların sorumlusu olarak gösterilir.
Yahudiliğin birikimi üzerine yükselen İncil, kadın düşmanlığını yeren ve bütün insanlara sevgi duyulması gerektiğini söyleyen metinlerle dolu olduğu ve Hıristiyanlığın yayılmasında kadınların etkisinin büyük olması sebebiyle, bu yeni dinle birlikte kadınlar nispeten insanca muamele görmeye başlar. Artık kız çocukları sokağa bırakılmaz, erken evlenmek zorunda kalmazlar. Üstelik evliliğe sadakat duymak zorunluluğu kadınlar kadar erkekleri de kapsamaya başlar.
Yüceltme ya da aşağılama
Ne var ki İncil’de cinsel arzunun ve bendesel hazların kötülendiği kutsal metinleri propaganda malzemesi haline getiren Orta Çağ kilisenin çabaları neticesiyle kadın bedenine ve onun uyandırdığı arzulara karşı nefret yeniden uyanışa geçer. Bu yeni inancın fanatik müritleri, Meryem’i bakire olduğu, cinselliğinden arınmış masum bir kadın olduğu için yüceltirken, bir yandan da onun gibi olmayan kadınları aşağılık bir mahluk olarak görür. Zira mizojinide kadının yüceltilmesi veya aşağılanması aynı zihniyetin ürünüdür. Her iki edimde de kadın, kişiliğinden ve cinselliğinden ne kadar arındığına göre muamele görür.
Nitekim kadınların cinsel arzu duymayan ve uyandırmayan bir varlığa dönüştürülme çabası çeşitli insanlık dışı uygulamalarla yakın çağ Avrupa’sına kadar devam eder. Her ne kadar Aydınlanmayla birlikte her tür köhneleşmiş ideolojiye olduğu gibi kadın düşmanlığına karşı savaş açılsa da, bu savaş kadına duyulan nefreti bitirmeye muvaffak olamaz.
Holland, 20. Yüzyıla gelindiğinde ise Avrupa’da ve Amerika’da ortaya çıkan bütün insanların eşitliğini gözeten ilkelerin, kadın haklarının da tetikleyicisi olduğunu söylüyor. Sanayi devrimi sonrası kadınların işgücüne katkılarının artması kadın hareketini hızlandırır. Ekonomide ve sosyal hayatta pay sahibi olmaya başlayan kadınlar pek çok ülkede tez vakitte seçme ve seçilme haklarına sahip olurlar. Bilhassa 1917 Ekim devrimi 20. Yüzyıl Rusya’sı ve Avrupa’sında kadın hakları açısından büyük bir dönüşümü başlatır.
Ne var ki bu üstinsan çağında önyargılar kadınların peşini bırakmaz. Bilhassa Freud’un Aristoteles’in kadını sakat insan olarak gören fikirlerini asırlar sonra tekrar gündeme alması ve Otto Weininger’in çabalarıyla Avrupa’da yeniden bir kadın düşmanlığının filizlenmesine sebep olur. Nitekim dünyayı büyük bir felakete sürükleyen Nazizimin nüvesinde büyük oranda mizojini taşıması tesadüf değildir.
Holland’a göre, kadına duyulan nefretin diğer bir dışavurumu ise onun doğurganlığını tahakküm altına almaktır. Keza çağlar boyunca kilise kadınlara gebelikten korunmanın ölümcül bir günah olduğunu öğretir. Kadınların gebelikten korunmasının önüne çeşitli engeller konur. 1960’lı yıllarda doğum kontrol haplarının yaygınlaşmasına kadar kadınlar kendilerini gebelikten korunma hakkında yoksun bırakılırlar. Ve Avrupa’da uzun çağlar boyunca devam eden bu kısıtlamalar bu gün ne yazık ki çoğu ülkede hala yürürlükte. Kadınların özgür cinsellik yaşamasını tehlike olarak gören zihniyetin çabaları sonucunda kürtaj bazı ülkelerde hala yasak. Dünya çapında her yıl, yaklaşık 25 milyon güvenli olmayan kürtaj gerçekeştiriliyor. Kürtaj yasakları olduğu bu ülkelerde her yıl on binlerce kadın, merdiven altlarında yapılan operasyonlar yüzünden ölüyor ve daha on binlercesi kısır kalıyor.
Elbette dünya kurulduğunda beri kadından nefretin tarihini bu yazıda kademe kademe anlatmak olanaklı değil. Keza Holland’ın eseri bağlamında ben bu tarihin yalnıza Batı medeniyetleri ayağını ana hatlarıyla ele alabildim. Holland eserinde Batı’daki mizojinin tarihsel gelişiminin yanı sıra Müslüman coğrafyada, Afganistan, Pakistan ve İran gibi ülkelerde kadınlara duyulan nefretin altında yatan sebepleri ve işlenen nefret suçlarını da ayrıntısıyla ele alıyor. Eseriyle, “bu erkekler kadınlardan ne ister” diye merak edenler için güzel bir başvuru kaynağı yaratıyor.