Bu söyleşi Guardian’da 7 Eylül 2021’de yayımlanan Jules Gleeson’ın Judith Butler’la yaptığı Judith Butler: “We need to rethink the category of woman” başlıklı röportajının yayımlanan metninin çevirisidir. Yazıyı 5harfliler‘den Hazal Halavut Türkçeleştirdi.
The Guardian’da ufak çaplı bir skandal yaşanıyor. Aşağıda çevirisini bulacağınız Judith Butler röportajı dün sabah saatlerinde yayımlandı ve çokça okunup paylaşıldı. Akşam saatlerinde metne geri dönen bazı dikkatli okurlar önemli bir bölümün “uçmuş” olduğunu farkettiler. Orijinal metni masaüstlerine yayınlandığı ilk saatlerde kaydetmiş olan başka Twitter kullanıcılarının yardımıyla, metinden “uçan” bölüm hızlıca bulundu, el birliğiyle paylaşılabilir bir imaja dönüştürüldü. Ve “Judith Butler’a sansür”, “Guardian Butler’ı sansürledi” mesajları hızla yaygınlaşmaya başladı. Aynı sıralarda Guardian röportajın sayfasına olağan uyarısını yerleştirdi: “Bu makale 7 Eylül 2021’de röportaj gerçekleştikten sonra meydana gelen gelişmeleri yansıtacak biçimde düzenlenmiştir.”
Röportajdan çıkarılan bölüm trans dışlayıcı radikal feminizmin (TERF), hızla yükselen ve genişleyen küresel toplumsal cinsiyet karşıtı hareketle tehlikeli yakınlaşmasına dikkat çekerek, TERF’lerin güncel faşizme karşı mücadele nerede duracağıyla ilgili önemli sorular soruyor. Haliyle Twitter’daki genel eğilim, Butler’ın TERF’lere “dil uzattığı” için sansürlendiği ve bunun ifade özgürlüğüne büyük bir müdahale olduğu yönünde. Aşırıya kaçtığını fark edip o bölümün çıkarılmasını Butler’ın kendisi talep etmiş olabilir mi diye soran da var ama yazılı yapılan bir röportajdan sonra silme talebinin Butler’dan gelmiş olması biraz düşük ihtimal gibi. Guardian’dan ya da röportajı yapan trans aktivist ve yazar Jules Gleeson’dan henüz bir açıklama yok.
Çıkarılan bölüm de dahil olmak üzere Butler’ın özellikle toplumsal cinsiyet karşıtı hareket ve karşısında oluşturulması için çağrı yaptığı koalisyonlarla ilgili söyledikleri çok önemli. İstanbul Sözleşmesi’nin ardından, neyi kaybettiğimizi anlamaya çalıştığımız, nelerin sırada olduğunu düşündüğümüz bugünlerde daha da…
Röportajdan çıkarılan blok bölüm metnin içinde italikle belirtilmiştir.
Cinsiyet Belası yayımlanalı 31 yıl oldu. Bu kitapla neyi başarmayı amaçlıyordunuz?
Feminizmin içindeki heteroseksüel varsayımların bir eleştirisi olacaktı ama daha çok toplumsal cinsiyet kategorileri hakkında oldu. Mesela, kadın olmanın ne anlama geldiği bir on yıldan diğerine aynı kalmıyor. Kadın kategorisi değişebiliyor ve değişiyor; öyle de olmasına ihtiyacımız var. Politik olarak, kadınlar için daha muazzam özgürlükleri güvence altına almamız “kadınlar” kategorisini yeni olasılıkları içine alacak şekilde yeniden tasavvur etmemizi gerektiriyor. Toplumsal cinsiyetin tarihsel anlamı, normları yeniden sahnelendiğinde, reddedildiğinde ya da yeniden yaratıldığında değişebilir.
Bu nedenle kadınlar kategorisi trans kadınları da içine alacak şekilde genişlediğinde şaşırmamalı ya da karşı çıkmamalıyız. Ayrıca, erkeklik için başka gelecekler tahayyül etmekle de iştigal ettiğimize göre, trans erkeklerin “erkekler” kategorisine ne yaptıklarını görmeye de hazır hatta keyifli olmalıyız.
Cinsiyet Belası’nın merkezi fikri olan performatiflikten bahsedelim, toplumsal cinsiyetin nasıl iş gördüğüne yönelik tartışmalı bir görüş olmaya devam ediyor. Aklınızda ne vardı?
O dönem akademide söz edimleri üzerinde birtakım tartışmalarla ilgileniyordum. “Performatif” söz edimleri bir şeyi mümkün kılan ya da yeni bir gerçeklik yaratmanın peşinde olan türlerdir. Bir yargıç hükmü ilan ettiğinde mesela yeni bir gerçeklik üretir ve genellikle onu mümkün kılacak yetkisi vardır. Yargıcın her şeye kadir olmasından mı bu? Yoksa yargıç birtakım konvansiyonları alıntılayıp, birtakım prosedürleri mi izliyor? Eğer ikincisiyse, yargıç kişi olarak kendisine ait olmayan, atanmış bir otorite olarak sahip olduğu bir iktidarı çağırıyor. Edimi alıntı oluyor; yerleşik bir protokolü tekrar ediyor.
Bunun toplumsal cinsiyetle ilişkisi nedir?
30 yılı aşkın bir zaman önce, iç gerçekliklerini ifade ettiklerini öne sürerken ya da kendilerini baştan yarattıklarını söylerken bile, insanların bilinçli ya da farkında olmaksızın, toplumsal cinsiyet konvansiyonlarını tekrarladıklarını öne sürdüm. Bana, hiçbirimiz kültürel normlardan tamamıyla kaçamıyoruz gibi görünüyordu.
Aynı zamanda, hiçbirimiz tamamıyla kültürel normlar tarafından belirlenmiş de değiliz. Öyleyse toplumsal cinsiyet bir pazarlık, mücadele, tarihsel sınırlanmışlıklarla baş etmenin ve yeni gerçeklikler üretmenin bir yolu. “Kız” addedildiğimizde, kız olmakla ilgili uzun zaman önce inşa edilmiş olan bir alana – toplumda kız olma hâlini tesis eden, bazen birbiriyle çelişkili bir dizi konvansiyon – gireriz. Sırf seçmeyiz. Ve de sırf zorla dayatılmaz bize. Ama o sosyal geçeklik değişebilir ve değişir de.
Bugün kuirler toplumsal cinsiyetin doğumda atandığından söz ediyor. Ama sizin burda kastettiğiniz epey farklı?
Toplumsal cinsiyet, yalnızca bir kez olan bir atama değildir, süreklidir. Bize doğduğumuzda bir cinsiyet atanır ve bunu bize cinsiyet “atamaya” devam eden bir dizi beklenti takip eder. Bunu yapan iktidarlar, toplumsal cinsiyetin bedenlere norm atayan ve yeniden atayan, onları toplumsal olarak düzenleyen ama aynı zamanda onları normların aksi istikametlerinde hareket ettiren düzeneğinin bir bölümüdür.
Toplumsal cinsiyeti bize doğumda dayatılan bir şey olarak tasavvur etmeliyiz belki, cinsiyet ataması ve genellikle onla birlikte gelen bütün kültürel varsayımlar yoluyla. Ama toplumsal cinsiyet yolda yapılan şeydir aynı zamanda – atamanın gücünü devralabilir, hukuki ve tıbbi cinsiyet atamasını da içerecek şekilde kendimizi-atamaya dönüştürebiliriz.
Bugünlerde kimlik etrafındaki argümanlar birçok politik alanda merkezileşti. Sabit kimlik kategorilerine kuşkuyla bakan biri olarak, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
O “merkeziliği” nasıl anladığımız çok önemli diye düşünüyorum. Benim politik görüşüme göre kimlik, politikanın dayanağı olmamalı. İttifak, koalisyon ve dayanışma genişleyen bir sol için anahtar kelimeler. Ne için ve neye karşı mücadele ettiğimizi bilmemiz ve buna odaklanmamız gerekiyor.
Farklılıklarla bir ucundan diğer ucuna çalışmak ve toplumsal iktidarın bileşik pusulalarını inşa etmek zorundayız. Yoksullar, prekarya, mülksüzleştirilmişler, LGBTQI+, işçiler, ırkçılığa ve sömürgeci zapta maruz kalan herkes arasında bağlantılar inşa etmemizi sağlayacak pusulalar. Bunlar her zaman ayrı grup ya da kimlikler değiller; ırkçılığa, mizojiniye, homofobiye, transfobiye ama aynı zamanda kapitalizme ve yeryüzü ile yerli yaşam biçimlerinin yıkımı da dahil olmak üzere tüm yıkımlarına karşı çıkan, üst üste binen ve birbiriyle bağlantılı tabî kılınmışlıklar.
Asad Haider gibi teorisyenler, sizin kuramınızı Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ırklar arası uçurumu irdelemek için kullandı. Haider huzursuz ve daima kökünden koparılmış kimlik oluşumu görüşünüz üzerinde duruyor. Ama sağ genellikle çok daha sabitlenmiş bir kimlik vizyonu öne sürerek puan toplamıyor mu?
Sağ, hakkıyla kafa tutulan kimlik formlarını geri kazanmaya çalışıyor umutsuzca. Aynı zamanda, ırk adaleti hareketlerini “kimlik” politikalarına indirgemeye ya da cinsel özgürlük için veya cinsel şiddete karşı hareketleri yalnızca “kimlikle” ilgililermiş gibi karikatürleştirmeye uğraşıyor. Aslında bu hareketler öncelikli olarak adalet, eşitlik ve özgürlüğün ne anlama gelebileceğini ya da gelmesi gerektiğini yeniden tanımlamakla ilgililer. Böylece her tür radikal demokratik hareket için zaruriler, bu nedenle bu karikatürleri reddetmeliyiz.
Peki bu sol için ne anlama geliyor? Eğer bakış açımızı sadece belirli kimliklere dayandırırsak, toplumsal ve ekonomik dünyalarımızın karmaşıklığını kavrayabileceğimize ya da radikal adalet, eşitlik ve özgürlük ideallerini gerçekleştirebilecek analizler ya da ittifaklar tesis edebileceğimize emin değilim. Kimliği işaretlemek aynı zamanda, koalisyonların birbiriyle bağlantılı ezilmişliklere daha iyi cevap verebilecek biçimde değişmesi gerektiğini açığa çıkarma yoludur.
Bugünlerde sıklıkla ezilmişliğin “yaşanmış deneyimine” sahip olanları dinlemenin öneminden söz edildiğini duyuyoruz. Siyaset felsefecisi Olúfémi O Táíwò imtiyazlı perspektifleri “merkezden uzaklaştırmaya” çalışan yüce niyetlerin kolaylıkla geri tepebileceği konusunda uyardı.
Evet, bunu kabul etmek önemli. Beyaz biri Siyah deneyimini temsil edebileceğini öne süremez; bu beyazların ırkla ilgili konularda paralize olmaları, müdahil olmayı tamamıyla reddetmeleri için bir sebep değil. Sistematik ırkçılığın izini sürmek, onu teşhir etmek, ona karşı çıkmak ve başkalarına da aynını yapmaları çağrısında bulunmak için kimsenin tüm Siyah deneyimini temsil etmesine gerek yok.
Eğer beyazlar yalnızca kendi imtiyazlarıyla meşgul olurlarsa, bencilleşme riskimiz var. Her şeyi kendileriyle ilgili kılan daha fazla beyaza kesinlikle ihtiyacımız yok; bu sadece beyazlığı yeniden merkeze koyar ve ırkçılık karşıtlığı işini yapmayı reddeder.
Sizin kendi toplumsal cinsiyet kimliğiniz politik kuramınızı nasıl etkiledi?
Anladığım kadarıyla, benim “toplumsal cinsiyet kimliğim” -bu her ne demekse- bana önce ailem ve de çeşitli okul ve tıbbi otoriteler tarafından teslim edildi. Beni tanımlayan ve bozguna uğratan dilin içine yerleşmenin bir yolunu bulmam zor oldu.
Zamirlerin (pronoun) bana başkalarından geldiğini düşünürüm hâlâ ve çok ilginç bulurum bunu, bir dizi zamir karşıma çıkıyor ne de olsa. O yüzden insanlar kendi zamirlerini seçtiklerinde, hatta bana hangi zamiri tercih ettiğimi sorduklarında her zaman biraz şaşırıyor ve de etkileniyorum. Kolay bir cevabım yok ama “onlar” kelimesi hoşuma gidiyor. Cinsiyet Belası’nı yazarken “nonbinary” için bir kategori yoktu – ama şimdi nasıl o kategori içinde olmayabilirim, bilmiyorum.
Dünyanın farklı yerlerinde protestocuların hedefi oldunuz pek çok kez. 2014’te Fransa’da eşcinsel evlilik karşıtı protestocular ‘théorie du genre’ –” toplumsal cinsiyet teorisi” aleyhinde sloganlarla yürüdüler. 2017’de Brezilya’da Evanjelik Hıristiyan protestocular “İdeolojini de al, cehenneme git” diye bağırarak temsili kuklanızı yaktılar. Bunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Toplumsal cinsiyet karşıtı hareket, küresel bir hareket; cinsiyetin biyolojik ve gerçek olduğunu ya da cinsiyetin kutsal bir biçimde buyurulmuş olduğunu, toplumsal cinsiyetin “erkeği”, “medeniyeti” ve “Tanrı”yı alaşağı eden yıkıcı bir kurgu olduğunu iddia ediyorlar. Toplumsal cinsiyet karşıtı hareket, Vatikan ve birden fazla kıtadaki muhafazakâr Evanjelik ve apostolik kiliseler tarafından ama aynı zamanda Fransa’da neoliberaller ya da başka yerlerde sosyal refahın yok edilişini sönümlendirecek normatif aileye kimin ihtiyacı varsa onlar tarafından destekleniyor.
Bu hareket anti-feminist, homofobik ve transfobik; hem üremeyle ilgili özgürlüklere hem trans haklarına karşı çıkıyor. Toplumsal cinsiyet programlarını susturmaya, gençler için tartışması çok önemli olan toplumsal cinsiyet başlığını toplumsal eğitimden çıkarmaya çalışıyor. Ve cinsel özgürlük, toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ile cinsel şiddete karşı yasalar konusundaki bütün büyük yasal ve yasamayla ilgili kazanımları tersine döndürmek istiyor.
Öyle görünüyor ki feminist hareketler içinden bazıları bu aşırı-sağ kampanyalara yakınlık duymaya başlıyor. Bu yıl Los Angeles’taki Wi Spa etrafında oluşan taşkınlık*, önce transfobiklerin çevrimiçi taarruzuna, ardından Proud Boys** tarafından düzenlenen kanlı protestolara sahne oldu. Bu ittifakın devam etmesini bekleyebilir miyiz? ***
Trans dışlayıcı feministlerin toplumsal cinsiyet üzerinden sağcı saldırılarla ittifak yaptığını görmek çok sarsıcı ve bazen de oldukça korkutucu. Toplumsal cinsiyet karşıtı ideoloji hareketi, toplumsal cinsiyetin belirli bir beyanına itiraz etmiyor, bir kavram ya da söylem, bir çalışma alanı, toplumsal iktidara bir yaklaşım olarak “toplumsal cinsiyet”i ortadan kaldırmak istiyor. Bazen yalnızca cinsiyetin bilimsel geçerliliği olduğunu öne sürüyorlar ama diğer zamanlarda eril hakimiyet ve farkı için ilahi emirlere başvuruyorlar. Kendileriyle çelişmeye pek aldırdıkları yok gibi.
TERFler (Trans-dışlayıcı Radikal Feministler) ve de sözde toplumsal cinsiyete eleştirel yazarlar, biyolojik özcülüğün regresif ve düzme bir türünün tarafında durarak, feminist felsefenin kültür ve doğanın nasıl etkileştiğini ortaya koyan (Karen Barad, Donna Haraway, EM Hammonds ya da Anne Fausto-Sterling’inkiler gibi) önemli çalışmalarını da reddediyorlar. Öyleyse toplumsal cinsiyet karşıtı hareketle mücadele etmeye hazırlanan koalisyonun parçası olmayacaklar. Toplumsal cinsiyet karşıtı ideoloji günümüzde faşizmin baskın türlerinden biridir. Öyleyse TERFler faşizme karşı güncel mücadelenin parçası olmayacaklar; bu ırkçılığa, milliyetçiliğe, yabancı düşmanlığına ve hapisçi şiddete karşı mücadelelerin yön verdiği bir koalisyonu gerektiren, dünyadaki kadın cinayetlerinin yüksek oranını, trans ve kuirlere olan saldırıların yüksek oranını da içerek şekilde aklında tutan bir mücade.
Toplumsal cinsiyet karşıtı hareket, toplumsal cinsiyetin bir hayaletini bir yıkım kuvveti olarak dolaşıma sokuyor ama aslında toplumsal cinsiyet çalışmalarından hiçbir şey okumuyorlar. Hızlı ve korku dolu sonuca varmalar, düşünülmüş değerlendirmelerin yerini alıyor. Evet, toplumsal cinsiyet çalışmalarının bazıları zor ve herkes okuyamıyor. Öyleyse daha geniş bir kamuoyuna ulaşmakta daha iyi olmalıyız. Ama komplike kavramları halktan izleyiciler için elverişli hale getirmek ne kadar önemliyse, eşit derecede önemli başka bir şey entelektüel soruşturmanın kamusal hayatın bir parçası olmasını teşvik etmek. Maalesef, entelektüel-karşıtı zamanlarda yaşıyoruz ve neo-faşizm giderek normalleşiyor.
Her zaman toplumsal cinsiyet kuramınızın yalnızca akademik tartışmalara değil, lezbiyen ve gey komüniteler içinde yer aldığınız yıllara da dayandığını vurguluyorsunuz. 1990’lardan bu yana bu çevrelerde emsalsiz biçimde etkili bir düşünür oldunuz. Siz açıldığınızdan bu yana ne değişiklikler oldu?
Ben hiç açılmadım. Ailem tarafından 14 yaşında açık edildim. O yüzden 50 yılı aşkın zamanda butch, kuir, trans* olmak üzere farklı tanımlamalarım oldu.
1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında çok sık gittiğim lezbiyen ve gey barlardan tabi ki çok etkilenmiştim. O dönemlerde biseksüellerin kabul görmek adına karşılaştıkları zorluklar beni düşündürüyordu. Intersexlerin tıp düzenine karşı verdikleri mücadeleyi anlamak için intersex gruplarla bir araya geldim. Ve sonunda drag, transgender ve genel olarak toplumsal cinsiyet arasındaki farkları daha dikkatle düşünmeye başladım. Her zaman akademi-dışı aktivist gruplara dahil oldum, bu hayatımın devam eden bir parçası.
Kuir kelimesi ortaya çıkmadan önce radikal gey ve lezbiyen politikada ne tür meseleler ele alınıyordu?
Gençliğimdeki eylemler tabi ki açılma hakkı üzerineydi, -ev içi ve kamusal- ayrımcılığa karşı ve şiddetin patolojikleştirilmesine karşı mücadeleler. Psikiyatrik patolojileştirmeye ve hapishaneci sonuçlarına karşı mücadele ettik. Bedenini şiddet korkusu duymaksızın kamusal alanda yaşayabilme kolektif hakkı için mücadele ettik, kaybedilen hayatlar ve aşkların ardından açıkça yas tutabilme hakkı için. Ve bu mücadele HIV geldiğinde ve Act Up ortaya çıktığında dramatik bir hal aldı.
Kuir benim için hiçbir zaman bir kimlik olmadı, homofobiye karşı mücadeleye iştirak etmenin bir yoluydu. Kimlik polisliğine, polise karşı bir hareket olarak başlamıştı esasında.
Bu protestolar sağlık, eğitim, kamusal özgürlüklerle ilgili haklara ve ayrımcılığa, şiddete karşı çıkmaya odaklıydı. Nefes almanın, hareket etmenin ve sevmenin daha kolay olduğu bir dünyada yaşamak istiyorduk. Ama aynı zamanda yeni akrabalık biçimleri, topluluklar ve dayanışma formları hayal ettik ve yarattık, ne kadar fraksiyonlu olsalar da.
Lezbiyen gösterilerine gittim ama aynı zamanda uluslararası insan hakları üzerine çalıştım, limitlerin ne olduğunu gördüm. Ve anlamaya başladım ki ırkçılığa, ekonomik adaletsizliklere ve sömürgeciliğe karşı daha geniş koalisyonlar kuir politika için zaruriydi. Şimdilerde bunun nasıl işlediğini Kuir Marksizm gruplarında, Ekonomik ve Irksal Adalet için Kuirler, Apertheid’a karşı kuirler, hem işgale hem homofobiye karşı Filistinli grup ‘alQaws gibi gruplarda görüyoruz.
Bugünkü politik hayatla mukayesesi nasıl?
Bugün özellikle sağlık hizmetine ve kamu yararı için çalışan, anti-kapitalist, ırk adaleti, engellilik hakları, Filistin siyasi özgürlükleri, Yeryüzünün ve yerli yaşam dünyalarının yıkımına karşı olan mücadelelere – Jaspir Puar, Sara Ahmed, Silvia Federici, Angela Davis’in çalışmalarının ortaya koyduğu gibi- kendini adamış kuir ve feminist hareketlere, Ni Una Menos’un çalışmalarına ve ilgacı feminizme minnet duyuyorum. Daha geniş bir tasavvur var şu an, küresel ekonomik eşitsizliklerin pandemi koşulları altında daha da ağırlaşmasıyla büyük bir umutsuzluk dönemi içinde olsak da.
Julia Serano’nun sizin katıldığınız bir şiir etkinliğinde geçen “Judith Butler Siktirsin!” dizesiyle ilgili mahcup anlatısından, Jordy Rosenber’in Anneler Gününde Cinsiyet Belası adlı kapsamlı tefekkürüne kadar pek çok toplumsal cinsiyet kuramcısı çalışmalarınızın onlar üzerindeki doğrudan etkisini yazdı. Entelektüel bir şöhret olmak kişisel olarak size nasıl geldi?
Adımın yanısıra yaşamanın bir yolunu buldum. Çok faydalı olduğunu söyleyebilirim. Pek çok kuir ve transın isimleri konusunda çok tutkulu olduğunu biliyorum ve buna saygı duyuyorum. Ama benim hayatta kalışım muhtemelen adımdan belirli bir uzaklıkta yaşayabilmeme dayanıyor.
* Eyalet yasaları gereği trans müşterilerinin ait oldukları cinsiyetteki soyunma odalarını kullanmalarına izin veren Wi Spa, cinsiyet uyum operasyonu geçirmemiş bir trans kadının genital organları görülebilir şekilde çıplak kalmasının çocukları ağlattığına yönelik bir şikayet üzerine tartışmaların gündemine oturdu. Olay trans hakları savunucularıyla anti-trans örgütlenmeleri karşı karşıya getirdi. Mekanın önünde gerçekleşen protestolar gittikçe şiddetlendi, hem karşıt görüşlü protestocular hem de polis ve protestocular arasında arbede çıktı.
** Proud Boys, sadece erkeklerin katılabildiği aşırı sağcı ve neo-faşist bir örgütlenmedir. ABD merkezli örgüt, sol görüşlü kişilere ve anti-faşistlere şiddet uygulanması gerektiğini savunmaktadır. Wi Spa eylemlerinde de translara karşı aktif olarak katılım göstermiştir.
*** Röportajın gerçekleşmesinden bir süre sonra, Wi Spa’da yapılan şikayetin, daha önce de benzer teşhir tacizlerinin faili bir trans kadınla ilişkisi olduğu ortaya çıktı.